Örneğin Dracula, yalnızca Güneş’i ve Ay’ı Akrep burcunda bulunan Stoker’ın gotik düş gücünün ürünü değildir. Çocukluğunda yaşadığı hastalıkların, bastırılmış arzuların ve Viktorya dönemi ahlakının karanlık yansımalarıyla doludur. Dracula arketipi hem yazarın kişisel gölgelerinden beslenir hem de kolektif bilinçdışının en derin korkularına dokunur.
Yaratıcıyla yarattığı arasında kopmaz bir bağ vardır. Her eser, hem yaratıcısının doğum haritasıdır hem de yaşadığı çağın ruhunu taşır. Dracula’nın maskülen karanlığına karşılık, Mary Shelley’nin yarattığı mit feminen bilinçle yazılmış bir “yaratılış” anlatısıdır. Bu yazıda, “genelde kadınların kanını emen erkek” figürlerinin haritalarındaki etkilere değil, zamanının en devrimci zihinlerinden birine odaklanacağım — erkek dehayı merkeze alan gotik mitlerden, kadın yaratıcıların kendi gölgesiyle yüzleştiği mitlere geçiş yapacağız.
Mary Shelley Doğum Haritası
Mary Shelley’nin doğum haritasında ilk dikkat çeken unsur, Satürn’ün Yengeç burcunda zararlı durumda olması ve Yükselen’le kavuşmasıdır. Bu yerleşim, erken yaşta güvenlik kaybını ve köksüzlük duygusunu açık biçimde gösterir. Plüton’un MC (Tepe Noktası) ile kavuşumu, onun kamusal alanda dönüşüm, tabu ve ölüm temalarıyla anılacak bir figür olacağını işaret eder.
Haritanın zihinsel merkezi Başak burcunda, üçüncü evde toplanan yoğun gezegen enerjisidir. Shelley’nin Güneş’i Başak burcundadır ve Uranüs ile kavuşum hâlindedir. Bu birleşim, entelektüel bağımsızlığı ve radikal düşünme biçimini temsil eder. Merkür ve Mars’ın da aynı burçta, aynı evde yer alması zihinsel faaliyetleri olağanüstü yoğunlaştırır. Düşüncelerini söze, sezgiyi analize, hayali gerçeğe dönüştürme yeteneği bu yapıdan doğar.
Bir diğer taraftan 3. evdeki Uranüsyen enerji kümelenmesi (stellium), Mary Shelley’yi yalnızca düşünen biri olmaktan çıkarır ve onu eyleme zorlar. Bu güçlü enerji, onun dönemin ahlak anlayışına meydan okuyan ilişkilerinin ve aykırı karakterinin temelinde yatar. Aynı zamanda toplumsal kalıpları reddeden özgür doğasının da kaynağıdır.
Mary Shelley Doğumu ve Hayatındaki Önemli Konular
30 Ağustos 1797’de 23:20’de Londra’da doğan Mary Wollstonecraft Godwin’in annesi, doğumdan yalnızca on bir gün sonra hayatını kaybetti. Bu, Mary’nin hayatındaki ilk kayıp ve ilk yaratılış mitidir — bir doğumun hemen ardından gelen ölüm (Satürn ASC ve MC/Plüton).
Annesi dönemin en radikal feministlerinden biriydi. Babası William Godwin ise özgür düşüncenin öncülerindendi. Haritasındaki Güneş ve Uranüs kavuşumu, bu bağımsız ve sorgulayıcı ruhu yansıtır. Mary fikirlerle dolu bir evde büyüdü. Bu evde yasak sorular sorulur, inançlar tartışılır, insanın Tanrı’yla arasındaki sınır sorgulanırdı. Mary de burada, yaratıcılığın ve bilginin Tanrısal alanla nasıl kesiştiğini anlamayı öğrendi.
Zamanla babasıyla ilişkisi üvey annesi yüzünden bozuldu. Babasının onaylamadığı bir ilişki yaşadığı için evi terk etti. Genç yaşta Percy Bysshe Shelley ile tanıştı. Düşünceye, özgürlüğe ve aşka bir arada tutkun iki ruhtu onlar. Fakat özgürlük onlara huzur getirmedi. Hayatları sürgünlerle, kayıplarla ve ölümlerle örüldü. Mary birçok kez anne oldu ama yalnızca bir çocuğu, Percy Florence, hayatta kalabildi. Shelley henüz 24 yaşındayken kocası bir tekne kazasında öldü. Tepe noktasındaki Plüton Shelley’in hayatının her evresini etkilemiş görünüyor.
Frankenstein’ın Doğumu
1816 yazında gökyüzü karanlıktı. Bir yıl önce Tambora Yanardağı patlamış, Avrupa’ya “yazsız bir yıl” getirmişti. Güneş puslu, hava soğuk ve fırtınalıydı. Mary Shelley o yazı Cenevre Gölü kıyısında, Lord Byron ve dostlarıyla birlikte Villa Diodati’de geçirdi.
Bir gece, herkesin kendi hayalet hikayesini yazması önerildi. Mary o gece bir rüya gördü — bir adam ölü uzuvlardan bir beden tasarlıyor, sonra o bedene yaşam kıvılcımı veriyordu. Bu rüya modern bilimin gölgesinde doğan yeni bir mitin başlangıcıydı, insanın Tanrı olma arzusu.
Uranüs Güneş Kavuşumu: Yıldırım ve Yaratılış Anı
Mary Shelley’nin 3. evindeki Başak’taki Mars ve Güneş–Uranüs kavuşumu, “yıldırım anı” denilebilecek türden ani ilham patlamaları yaratır. Fikir bir anda çakar ve geri dönüşü olmayan biçimde dünyayı değiştirebilir.
Frankenstein da tam olarak böyle doğmuştur. İsviçre’deki o fırtınalı gecede, gökyüzü şimşeklerle aydınlanırken, Mary’nin zihninde ölüye hayat veren o kıvılcımın parlaması Uranüs’ün en saf sembolizmidir. Bu hikaye oluşurken transit Uranüs Yay burcundan Başaktaki Güneş/Uranüs kavuşumuna tam bir kare yapıyor, transit Jüpiter ise yaratıcılığı temsil eden 5. evine ilerliyordu. Kusursuz bir sembolizm!
Mary Shelley bu sahneyi bilinçli biçimde elektrik metaforuyla kurar. Dönemin galvanizm deneyleri, yani ölü kasların elektrikle hareket ettirilebileceğini gösteren çalışmalar, bu fikrin bilimsel arka planıdır. Fakat o yıldırım gerçekte dışarıdan gelen bir ışık değildir. Bu, bilincin içindeki Uranüs patlamasıdır — adeta insanın kendi zihninde Tanrı’nın kıvılcımını yaratma anı.
O yaz, Frankenstein hikayesi herkes tarafından yoğun ilgi gördü. Mary henüz on sekiz yaşındaydı. Romanı Frankenstein ya da Modern Prometheus 1 Ocak 1818’de yayımlandı. Transit Jüpiter ve Neptün natal Ay’ın (Yay) üzerindeydi. Böylece insanın kendi yarattığı güce duyduğu korku ilk kez edebi bir bedene kavuştu.
Frankenstein’ın Konusu
Victor Frankenstein, bilime tutkuyla bağlı genç bir adamdır. Ölümün sınırını aşmak ister, beden parçalarından bir insan yaratır ve ona yaşam verir. Fakat yaratık gözlerini açtığı anda korkuya kapılır ve Victor ondan kaçar. O andan itibaren yaratık, yaratıcısının sevgisinden yoksun kalır. Düşman bir dünyada tek başına yaşar, dışlandıkça öfkelenir, reddedildikçe insanlıktan uzaklaşır.
Romanın merkezinde bu iki varlık arasındaki garip bağ bulunur. Yaratıcıyla yaratılan arasındaki ilişki, baba ile evlat ya da Tanrı ile yaratılmış olan arasındaki kadim bağı anımsatır. Victor, yaptığı eylemin sorumluluğunu almayı reddeder. Ancak yaratık, varlığını sürdürebilmek için onun kendisini tanımasını ister. İkisini birbirine bağlayan şey nefret değil, tamamlanmamış bir ilişkidir. Biri yarattığını inkâr ederken, diğeri var olmak için ondan kabul bekler.
Shelley burada insanlığın en eski sorusunu yeniden sorar: “Bir şeyi yaratmak, ona karşı sorumluluk almayı da gerektirir mi?”
Ve yaratığın sesi yükselir:
“Sen, beni yaratan, benden nefret ediyorsun. Ama yine de ikimiz birbirimize bağlıyız.”
Temalar ve Psikolojik Derinlik
Anne Kaybı ve Doğum Travması
Shelley’nin haritasında yükselen yengeçle birleşen Satürn, ev anne ve aile kavramlarıyla ilgili derin bir kırılmayı temsil eder.
Mary Shelley dünyaya geldiği anda bakım figürünü yitirmiştir. Bu, Yengeç Satürn’ün yükselenle kavuşumunun en somut karşılığıdır. doğumu, yaratıcısının ölümüyle sonuçlanmıştır — bu kader, hayatının ve eserinin en derin sembolüdür.
Satürn–Yengeç yükselenle birleştiğinde, birey dünyaya gelir gelmez güven duygusunu kaybeder. Mary Shelley’nin doğumu, annesinin ölümüyle aynı anda yaşandığı için bu enerji haritasının kalbine kazınmıştır. “Yaratmak” Shelley’in bilinçaltında hem yaşamı hem kaybı çağrıştırır. Roman, bu çelişkinin — sevgiyle korkunun, doğumla ölümün — iç içe geçtiği bir yas anlatısıdır.
Satürn Yengeç ihtiyaç duyduğu anda ailesinden duygusal destek görememiş, güvenli bir bağ kuramamış bireyleri anlatır. Ebeveyn özlemi, terk edilme ya da duygusal ihmal temaları sık görülür. Bu kişiler çoğu zaman sevilmeye değer olmadıklarını hissederler.
Shelley dört çocuğunu kaybetmiş, kardeşi Fanny Imlay’in intiharı ve Percy Shelley’nin eşinin ölümüyle sarsılmıştır. Yazmak, doğurmak, üretmek — hepsi bir yasın içinden doğar (MC/Plüton). Haritasındaki Mars–Plüton/MC karşıtlığı, yaratıcının kendi doğurduğu güçle çatışmasını anlatır.
Plüton ve MC Kavuşumu: Toplumsal Gölge
Mary Shelley’nin haritasında Plüton’un 29 derecede bulunması ve Kova burcundaki MC ile kavuşumu, dönüşüm ve dışlanma temasını bireysel alandan çıkarıp toplumsal bir sahneye (MC) taşır. Bu yerleşim, kişinin toplum tarafından hem hayranlıkla izlenmesini hem de tehdit olarak görülmesini simgeler.
Bütün dünya (MC) onu “tehlikeli kadın” ve “canavarın annesi” (Plüton) olarak görmüştür. Erkek egemen bilimin alanında yazan bir kadının hem büyücü hem canavar olarak damgalanması şaşırtıcı değildir. Oysa Shelley, yarattığı varlıkla özdeşleşir çünkü o da tıpkı yaratığı gibi dışlanmış, yanlış anlaşılmış ve korkuyla karşılanmıştır.
Güneş–Uranüs Kavuşumu: Benlik Parçaları
Uranüs’ün “tuhaf”, “ucube” ya da “farklı” olanı temsil etmesi, Güneş’le birleştiğinde benliğin kendisini yabancı gibi deneyimlemesine yol açar. Mary Shelley’nin Güneş–Uranüs kavuşumu, onun bilincinin bütün değil, parçalanmış kimliklerden oluşan bir mozaik olduğunu gösterir.
Bu yüzden Frankenstein’daki yaratık tek bir kişiliği değil, reddedilmiş tüm benlik parçalarını temsil eder. Bastırılmış arzular, suçluluk duygusu, annelik korkusu ve özgürlük isteği onun içinde birleşir.
Yaratık, Shelley’nin Uranüsyen bilincinin bedenleşmiş hâlidir. Garip, dışlanmış ama derin bir anlamda “uyanık”tır. Onun varlığı, Shelley’nin kendi içindeki yabancıyla yüzleşmesidir — hem yaratıcı hem yaratık, hem anne hem de öksüz olan yanıyla.
Yaratığın parçaları farklı bedenlerden gelir. Bu, onun toplumun dışladığı, yok saydığı ve marjinalleştirdiği sınıfların bir bileşimi olduğunu gösterir. Shelley böylece “insan” kavramının aslında toplumsal olarak seçici biçimde inşa edildiğini ima eder. Kimlerin insan sayıldığı, kimlerin dışarıda bırakıldığı bu hikâyede görünür olur.
Frankenstein’ın yaratımı, bu ayrımın yürüyen kanıtıdır — hem bütün insanlığın hem de dışlanmış olanın bedenidir.
Shelley’in Kehaneti
Shelley’nin yaşadığı dönem, Sanayi Devrimi’yle birlikte mekanikleşen, bilime mutlak bir inançla bağlanan insanın bütünlüğünü kaybettiği bir çağdır. Yaratık, bu ruhsuz bilincin aynasıdır insanın kendi yarattığı sistemin içinde kaybolmasının sembolü.
Aslında yaratık tek bir varlık değil, bütün insanlığın bilinçsiz kolektif portresidir. Reddedilmiş, unutulmuş, “parça parça” kalmış her şeyin sesidir. Ve Shelley bu dev sorunu tek bir sade cümleyle özetler:
“Eğer beni sen yarattıysan, neden beni sevmiyorsun?”
Günümüzde roman, yapay zekâ ve teknolojik yaratımlar bağlamında yeniden okunur. “Frankenstein Sendromu” olarak bilinen, yapay varlıkların insan kontrolünden çıkma korkusu bu metinde köklenmiştir. Dahası, modern çağda “yapay aptallık” kavramı üzerinden, bilginin ruhsuz kullanımına yönelik bir eleştiri olarak da değerlendirilir.
Böylece Frankenstein, yalnızca 19. yüzyılın bilimsel gotiği değil, 21. yüzyılın teknoloji ve etik ikilemlerini önceden sezmiş bir kehanet metnine dönüşür (Güneş/Uranüs).
Eşikte Doğan Bir Yazar
Plüton Kova burcunun son derecesindeyken dünyaya gelen Mary Shelley’nin misyonu büyüleyicidir. Plüton’un Kova’dan Balık’a geçişi, insanlık tarihinde yalnızca bir gökyüzü olayı değil, aynı zamanda zihinsel bir eşiği temsil eder. Bu geçiş, bilimin rasyonel aklından Balık’ın sezgisel ve duygusal bilincine yönelen derin bir dönüşümün simgesidir. “Bilimsel melankoli” olarak tanımlanabilecek bu dönem, insanın akılla her şeyi çözebileceğine dair inancının sarsıldığı, ruhun yeniden kendi sesini aramaya başladığı bir geçişi anlatır. 18. yüzyılın akıl çağıyla 19. yüzyılın romantik sezgi çağı arasındaki bu geçiş, hem Shelley’nin doğduğu zamanı hem de Frankenstein’ın filizlendiği entelektüel iklimi belirler — aklın ışığının solduğu, sezginin ve duygunun yeniden doğduğu bir çağ.
Shelley, bilimin eleştirisini ilk kez duygusal ve sezgisel bir düzleme taşıyarak bilginin maskülen doğasına meydan okumuştur. Onun kalemi, akılla kalp arasındaki çatışmanın edebi tanığıdır.
Son olarak…
Mary Shelley’nin yarattığı canavar, insanın kendi aklından doğan ilk yapay varlıktır. Shelley, insanlığın kendi elleriyle yarattığı ilk “öteki”nin annesidir. Güneş–Uranüs kavuşumu bu anlamda olağanüstü bir semboldür çünkü Uranüs yeniliği, buluşu ve ilk kez olanı temsil eder.
Shelley’nin metni, bilimin yükselişiyle Tanrı’nın sessizleştiği bir çağın alegorisidir. Frankenstein bu nedenle modern bilimin ilk mitidir.
Frankenstein’daki yaratık, yaratma kudretiyle doğmuş bir erkeğin “yaratım” adı altında yok ettiği doğanın sembolüne dönüşür.
Mary Shelley gerçekten de çağının çok ötesindeydi. Laboratuvarların, otomatların ve etik ikilemlerin yüzyılını sezmiş, bilimin büyüyen kibriyle doğayı aşma arzusunu ve bunun kaçınılmaz sonucu olan varoluşsal yalnızlığı kaleme almıştır.
Roman boyunca Victor Frankenstein ile yaratık arasında görünmez bir ayna ilişkisi kurulur. Biri yaratma gücüyle lanetlenir, diğeri var olma arzusuyla. Sonunda ikisi de aynı kaderi paylaşır, biri suçlulukla diğeri sevgisizlikle tükenir.
1851’de elli üç yaşında hayata veda etmiş olsa da Mary Shelley bu hikâyeyle modern insana en karanlık aynayı tutmuştur. Bugün yapay zekâ, genetik mühendislik ve dijital bilinç tartışmaları onun kehanetinin hâlâ sürdüğünü gösteriyor.
Çünkü Shelley gerçeği herkesten önce görmüştü.
Sevgi olmadan yaratılan her şey sonunda yıkıma dönüşür.
Cesaret ve Umutla
İlk kez HT Hayat’ta yayınlanmıştır
Astrolojik Danışmanlık Hizmetleri hakkında bilgi almak için ziyaret edebilirsiniz.














