Tacın Düşüşü: Herkesin Gözü Önünde Görünmez Soygun
Louvre’da 19 Ekim sabahı, yaklaşık saat 09.35’te herkesin gözü önünde görünmez bir soygun gerçekleşti. Müze yeni açılmıştı. Salonlar sessiz, her yer aydınlatılmış, ziyaretçiler yavaş adımlarla ilerliyordu. Hiç kimse fark etmedi. Dört kişi, işçi kıyafetleri içinde, pencereden içeri girdi. Hareketleri öylesine doğal, adımları öylesine ölçülüydü ki kimse bakışını ikinci kez çevirmedi.
Yedi dakika sürdü her şey. Bir cam kesildi, bir kasa açıldı, birkaç parça mücevher alındı. Alarm çalmadı, bağırış olmadı. Sanki mücevherler yıllar sonra kendi yerlerine ait olmadıklarını hatırlayıp gitmeye karar vermiş gibiydi.
Saat 09.42’de soyguncular Louvre’un dışındaydı. Bir motor sesi, bir çanta, birkaç parıltı… sonra hiçbir şey. Yalnızca yerde, kırık taşların arasında, tarihin en ironik manzarası kaldı: İmparatoriçe Eugénie’nin tacı — Fransa’nın gururu, imparatorluğun simgesi — kaldırımda paramparça.
Napoléon’a atfedilen “Fransa tacını pislikte buldum, kılıcımın ucuyla yerden kaldırdım ve halk onu başıma koydu” sözü, belki hiçbir zaman gerçekten söylenmedi. Ama tarih boyunca anlamı, gerçeğin önüne geçti. Bu cümle, kirlenmiş bir gücün yeniden sahiplenilmesini anlatıyordu. Devrimden sonra yere düşen taç, bir askerin elinde meşruluk kazanmıştı. Napoléon kendini o anla tanımladı: “Halkın değil, tarihin seçtiği adam.”
İki yüzyıl geçti. Ve o söz, neredeyse kaderin ironisiyle yeniden hayat buldu. 19 Ekim 2025 sabahı, Louvre’un önünde Fransa’nın tacı bir kez daha yerdeydi — bu kez gerçekten. İmparatoriçe Eugénie’nin tacı, kaldırım taşlarının arasında, kırılmış, toz içinde bulundu. Napoléon’un “yerden kaldırdığı” taç, iki yüzyıl sonra yine yere düştü. Tarih kendi simgesel döngüsünü kapattı.
Louvre’daki mücevherler iktidarın kristalleşmiş hâli. Napoléon döneminden kalma bu taşlar, hem Fransa’nın imparatorluk gücünü hem de Avrupa’nın sömürgecilik sonrası meşruiyetini temsil ediyor.
Birinin o taşları çalması, sadece bir güvenlik açığı değil sistemin kendi mirasına yönelmiş gölgesi. Ne kadar da Güneş–Plüton’a özgü! Üstelik tam zamanlı olarak ABD’de “No Kings!” protestoları sürerken.
Dolayısıyla bu detaylar, olayın sadece kriminal değil mitolojik ve politik bir boyutu olduğunu da gösteriyor. Bir imparatorluk simgesi çamura düştüğünde, sembolik olarak gücün meşruiyeti çökmüş demektir.
Louvre Soygunu Astrolojik Haritası: Gücün Çalınması
Saat 09.35’te Akrep yükseliyor ve Akrep’in yöneticisi Mars, Merkür’le partil kavuşumda Akrep burcunda — hem strateji hem gizlilik, hem de teknik beceri. Soygun anında Akrep burcunun bu kadar ön planda olması klasik anlamda “görünmezlik” kalkanı yaratır. Yani bir şeyin hem planlı hem sezgisel olarak yürütülmesi. Aynı zamanda haritaya bütünsel bakınca Akrep vurgusu başarılı bir intikam hikâyesini çağrıştırıyor!
Aslan MC, iktidar, sahne ve görünürlükle ilgilidir. Yani her ne kadar “görünmez” bir soygun gerçekleşmiş olsa da(yönetici Güneş 12. Evde), olayın kendisi dünyaya gösterilmek üzere yazılmış bir sahne gibidir.
Gökyüzündeki hava üçgeni — Ay–Venüs, Uranüs, Plüton arasında — koordinasyonun kusursuz çalıştığını, haberleşme ağının hızlı ve senkron olduğunu gösterir.
Bir soygun haritasında bekleneceği gibi 12. ev olağanüstü vurgulu. Güneş, Ay, Venüs hepsi burada. Gizli hareket, perde arkası plan, saklı niyet, gizli operasyon, iç bağlantılar, perde arkası işbirliği, “görünmeden yapılan şey” anlamına gelir. 12. evdeki Venüs–Ay kavuşumu, “değerli nesnelerin (Venüs) gizli biçimde (12. ev) alınması” anlamına gelir. Ay’ın Venüs’le kavuşumu duygusal bir tatmin, hatta estetik bir motivasyon bile içerir — mücevherin sembolik değeri de bu kavuşum sebebiyle dikkat çekiyor. Ay’ın Satürn ve Neptün’le karşıtlığı, hem kurumun zayıf noktalarını (güvenlik) hem de olayın çevresinde yaratılan karmaşayı yansıtır.
Uranüs ve Plüton arasındaki üçgen olağandışı soyguna bir kolaylık sağlar. Uranüs 8. evde, gizli ortaklıklar, finansal kanallar, riskli girişimler alanında. Plüton 4. evde, ulusal hafıza, kökler, tarihi kurumlarla ilişkilidir. Bu iki gezegen arasındaki akıcı bağ, eski yapının içinden gelen bir hareketi ima eder.
Güneş 12. evde Terazi’de, Plüton ve Jüpiter’le kare: güçle adalet arasındaki kırılma. “Gücü elinde tutan sistem”in (Güneş–Plüton) özellikle psikolojik yönde sınanması (12. ev). Hırsızların tacı düşürmesi bu kareyle birebir örtüşüyor — sembolik olarak iktidarın düşüşü.
Gökyüzündeki Davut Yıldızı formu (büyük üçgenin iki kez katlanması) burada bir enerji kapısı gibi. Bu kalıp genellikle “karmik müdahale” olarak yorumlanır — bir dengeyi yıkmak değil, yeniden kurmak.
Güneş’in Plüton ve Jüpiter’le kareleri, otoritenin krizi ve abartılı güven duygusunun çöküşünü gösterir. Jüpiter kareleri genellikle “kendine fazla güvenme” ya da “meşruiyetin sınanması”dır.
Hırsızlık Geleneği
Devletler çalar. İmparatorluklar daha incelikli biçimlerde çalar. Bunu fetih derler, paylaşım derler, uygarlık götürmek derler. Ama özü hep aynıdır — bir yerden alıp başka bir yere taşımak. Bir toprak parçası, bir maden, bir heykel, bir isim. Sahiplik değişir, tarih yeniden yazılır.
Hırsızlık sadece malzeme çalmak değildir, aynı zamanda sınırı aşmak, yasaklanmış bilgiyi ele geçirmek, gücü yeniden tanımlamak demektir.
İnsanlık mirası, bu yüzden hiçbir zaman masum değildir. Müzeler, yağmanın estetik biçimidir. Cam vitrinlerin arkasında duran her taş, bir sessiz çığlık taşır. Altında kimin mezarından, hangi tapınaktan, hangi halkın elinden alındığı yazmaz. Etiketlerde yalnızca “18. yüzyıl, Fransız koleksiyonu” yazar. Koleksiyon… o kelime her şeyi temize çeker.
Devletlerin hırsızlığı bireysel değildir; sistematik, kurumsal ve meşrulaştırılmıştır. Bir imparatorluğun gücü, sahip olduklarından çok, başkalarından alabildikleriyle ölçülür. Bir ülkenin zenginliği, başka bir yerin yoksulluğu üzerine inşa edilir. Adalet, daima geç gelir çünkü hırsızlık artık kanunların içine yerleşmiştir.
Miras dediğimiz şey de bu zincirin ürünüdür. El değiştirir, paketlenir, korunur, sergilenir. Ama hiçbir yere ait değildir artık. İnsan elinden çıkmış her değerli şey, birilerinin kaybı pahasına dolaşır. Bu yüzden Louvre’daki bir taç yalnızca maddesel değer değildir. Mücevherler geçmişin hâlâ çözülmemiş suçları gibi parlar. Ve biz, o ışıltıya bakarken aslında kendi körlüğümüzü izleriz.
Adalet, tarih ve güç döngüsü kendi kendini tekrar ediyor. Plüton Kova.
Her ne kadar henüz hangi saiklerle bu eylemin gerçekleştirildiğini bilmesek de, Louvre soygunu sadece bir hırsızlık değil; kolektif bilinçte bir tersine sahiplenme eylemi gibi okunabilir.
Bir anlamda;
“Çaldığın miras, sonunda senden çalınır.”
Mülksüzler
Ursula K. Le Guin 21 Ekim’de, yani bugün doğdu. Bu iki tarih — biri bir yazarın doğumu, diğeri bir imparatorluğun sembolünün kırılması — tesadüften daha fazlası gibi duruyor.
Le Guin’in Mülksüzler romanı, mülkiyet fikrini insanlık tarihinin en derin çatışması olarak ele alır. Kitaptaki Anarres ve Urras gezegenleri, mülkiyetin var olduğu ve olmadığı iki karşıt dünyanın metaforudur. Anarres’te hiçbir şey “sahip olunmaz”; Urras’ta ise her şey “birine aittir.” Le Guin, bu ikiliği sadece ekonomik değil, ruhsal bir mesele olarak anlatır: “Sahip olmak” insanı korur ama aynı anda zincirler.
19 Ekim 2025 sabahı Louvre’da yaşanan soygun, bu temanın maddi dünyadaki yankısı gibiydi. Kraliyet mücevherleri, imparatorlukların “sahip olma” hakkını temsil eder. Tacın kaldırımda, toz içinde kırılmış hâlde bulunması, Mülksüzler’in merkezindeki soruyu yeniden hatırlatıyor: Bir şeye gerçekten sahip olabilir miyiz?
Le Guin’in evreninde mülkiyet bir yanılsamadır; eşyalar, unvanlar, hatta gezegenler bile geçicidir. Mülksüzler’in kahramanı Shevek’in söylediği gibi, “Kullanmak, paylaşmak, vermek” dışında hiçbir şeyin anlamı yoktur. Louvre’un önünde yerde yatan taç ise bunun tam tersi bir dünyanın kalıntısıdır — gücü, gösterişi ve sahipliği kutsayan bir dünyanın.
Cesaret ve Umutla
İlk kez HT Hayat’ta yayınlanmıştır
Astrolojik Danışmanlık Hizmetleri hakkında bilgi almak için ziyaret edebilirsiniz.














